AE2013 Birincisi - Kod Adı: İsyan - Halit Payza

İşte beklenen an geldi Arthur C. Clarke'ı 32 kişi ister, 7 kişi yaklaşır, 1 kişi alır. O kişi de bu sene Halit Payza'dır (halitpayza@gmail.com). Tekrar söyleyelim bu bizim sıralamamızdır, zevkler ve renkler farklıdır, başka bir yarışmaya aynı öyküler katılsa eyvallah sıralama değişebilir. Bu nedenle dereceye giremeyen arkadaşlar çalışmaya yazmaya ve direnmeye devam etsinler. #direnYazar #direnBilimKurgu

Yaş ilerledikçe yazım dilinin de olgunlaştığını görüyorsunuz. 1958 Aydın doğumlu yazarımızın gramer, bilim ve kurgu üçlemesini iyi harmanladığını düşündük. Yetenek tek başına yetmez uzun ve sistemli bir çalışma başarının asıl çağırıcısıdır. Yazarımız da uzun zamandır yazıyor kitapyurdu'nda iki tane kitabına rastladık. Halit Payza Hocamızın genç yazarlarımıza iyi bir örnek olacağını düşünüyoruz. 

İşte huzurlarınızda AE2013 Bilimkurgu Kısa Öykü Yarışması şampiyonumuz Halit Payza'nın "Kod Adı: İsyan" adlı öyküsü! İyi okumalar.

 

AE Rektörlüğü İftaharla Sunar



KOD ADI: İSYAN


Sıçrayarak uyandım. Duyarlı sensorlar, göz kapaklarımın devinimlerini algılayarak odanın duvarları içinde gizli ışıkları açtılar. Yatak odasının dekorları, üzerinde yattığım ısıya ve duygularıma duyarlı yatak dışında bütünüyle gündelik oturma odası mobilyalarına dönüştüler.

Düş mü gördüm? Belleğimin bütünüyle boş… Boş bir levha. Hiçbir şey anımsamıyorum. Gündelik gerçekçilik dışında, düne ilişkin ya da daha öncesine… Belleğimdeki bütün bilgiler silinmiş gibi.

Yatağımdan tabandaki döşemelerin altına uzanan kablolara baktım, baş aşağı eğilerek. Ne kadar da çoklar. Derimizin altında yaşam sıvımızı taşıyan damarlar gibi… Bunların bizi yaşattıklarından çok, bizi denetlediklerini, yaşamamızın ya da ölmememizin doğamıza değil, bu kabloların ucunda bizi izleyen birilerinin belirlediğini düşünüyorum. Bizi yaşatmak ya da öldürmek isteyenler, bu kabloların ucunda. Bir bilgisayar tuşunun küçük bir vuruşu ile her şey bitebilir. Bunun için hiçbir etkiniz yok, başkaları ya da kendiniz için de önemi yok. Başka tanrıların çocuklarıyız ve tanrılar oynadıkları bu oyunda bizi diledikleri an piyon olarak ileri sürebilirler. Yitirilen bizler olacağız. Oyun onlar için oynanılabilir, bizim için bitmiş olacak. Bunu bilmek, bunu kabullenmek olanaksız ama değiştirmek de bir o kadar güç. Yine de yapılamaz değil. En çok da bu düşünce kendine bağlıyor beni; güç ama yapılamaz değil. Yapılamaz olanı yapılabilir kılmaya hazır duyumsuyorum kendimi. Tanrılardan rol çalmaya çalışıyorum!

Bana bunları duyumsatan ne? Gördüğüm düşün, düş sonrası sersemlikle duyumsadıklarım arasında nasıl bir ilgi var? Her düş, gerçeğe açılan bir kapı olabilir mi? Karanlık bir koridorda, ufuktaki ışığa yürüyen kör gibiyim. Karanlık bir odada, kara kediyi arayan kör ben miyim?

Yataktaki vücut ısım, rüyalarım, uyku sırasındaki devinimlerim, yaşamımızı belirlediğimiz ya da bizim adına birilerinin belirlediği mekân, bu mekândaki istemli devinimlerimiz, göz kapaklarımızın, kalp atışlarımızın ritmi; kablolarla duvarların ardında adımıza açılmış yongalara kaydediliyor. Aynı kayıtların düzenli olarak Devlet Denetleme Dairesi’nin laboratuvarlarına da iletiliyor. 1984 çoktan aşıldı, çok gerilerde kaldı. Yalnızca devrimlerimiz değil düşüncelerimiz de denetleniyor. Pek çok yerden izleniyoruz ve izlendiğimizi biliyoruz. Buna karşın bilmiyormuş gibi gündelik yaşamımızı sürdürüyoruz ve bunun için artık biz, insandan çok, sıradan kobaylarız. Dünyamız ‘Biri Bizi Gözetliyor Evi” gibi.

Nereden biliyorum? Bunu kim yanıtlayabilir? Bir yanılsama mı, yaşamla ölüm arasında bir kırılma mı? Anımsamıyorum. Ama belleğimde sanki buna ilişkin bir bilgi kırıntısı, silik bir im kalmış. Hani yazıyı silersiniz ama geride yine de ondan bir şeyler kalır. Kâğıda kazınmış kalem ucu kazıntıları, silginin bıraktığı plastik bir tortu, üzerine tekrar yazılamayan yararsız bir yüzey…

Devlet Denetleme Dairesi kalp ritmimi de kaydetmiş olmalı, belki kayıt şimdi de devam ediyor.  Olağan dışı her devinim kodlanmış şifrelerle inceleme bölümüne alınır ve şifreleri çözülerek, kimliğiniz ve amacınız belirlenir. Bu gözetim altına alınmanız, sorgulanmanız demektir. Veremeyeceğiniz ya da vermek istemediğiniz hesaplarınız olabilir.

Bilmemeliler!

Sorularımın yanıtı olacak, an gelecek, bulacağım. Şimdi, sonra, ya da çok sonra… Bir gün mutlaka… Bir im, bir ses, bir titreşim, bir dokunuş bütün gizleri çözecek. Şimdi değil belki… Yine de önlemlerimi almalıyım, çok geç kalmış olabilirim belki ama, hiç değilse bundan sonra başka açık vermemeliyim.

Yataktan kalkıyorum. Bütünüyle uykumu almış bir biçimde uyandım. Kaç saattir, ya da kaç dakikadır yattığımı bilmiyorum. Belki yatağa girmemle, uyanmam arasında sandığımdan çok daha kısa bir süreçti yaşadığım.  Bunun gerekçesi de uyku modunda beynime yatağın gönderdiği duyumlar. Birkaç dakika gözlerinizi kapamanız yeterli. Gözlerinizi tekrar açtığınızda, kaç dakika uyumuş olursanız olun, iyi uyumuş gibi kalkıyorsunuz. Yatağa yatarken başka bir insansanız, yatakta geçirdiğiniz süre içerisinde belliğiniz başka duyumlar, başka görevler, başka düşüncelerle yeniden işleniliyor olabilir. Öyle olduğunu sanıyorum. Hayır, belleğimdeki bu tanıdık kendine güven sandığımı değil, bildiğimi sezdiriyor bana.

Yataktan kalktığım an, yatağım sanal bir gerçeklik gibi siliniyor. Az önceki yatak odası, şimdi ben ayaktayken oturma odası mobilyaları ile gündelik kullanımıma hazır. Çağımızın halktaşlarına sunduğu hizmetlerden biri budur. Ne karşılığında? İşte duyumsadığım ama bilinçaltımdan, bilincime çıkamadan karanlık odalarda yitirdiğim kara kedi bu.

“Banyo moduna dön!” Benim sesim bu.

Oturma odası, yatak odamın mobilyaları gibi algılamadığım bir titreşimle siliniyor, banyodayım. Elektronik duş teknesinin içine giriyorum. Vücut ısıma duyarlı tarayıcı beni algılayıp, tepeden tırnağa tarıyor bedenimi. Su yok, dünya iklim kuşağının sanayileşmiş ülkeler tarafından bozulması sonucu, doğal besin ve sıvıların ortadan kalkmasına neden oldu. Kutuplar bile çöl. Bize düşen mirasımız lanetli bir gelecek oldu. Yine de elektronik tarayıcı tenimde su etkisini uyandırıyor, Görsel gerçeklik sensorları duşun süzgeçlerinden fışkıran su imajını yaratıyorlar. Suyla, bitki özlü şampuanlarla on, yüz bin baloncuğu teninizde köpürterek yıkanıyormuşsunuz duygusunu duyumsatıyor. Koca bir yalan bu.

İstemesem de bilgisayar hard diski gibi kendiliğinden çalışıyor imgelemim. Kapat komutunu vermeliyim belki. Bilgisayar salt benim için çalışmıyor, hackers’lar bilgilerimi kırıyorlar, daha çok bilinir oluyorum ve bu beni korkutuyor. Üstelik bilgi kırıcılar kamu yararı adına yapıyorlar bunu.

“Gündelik moda dön!”

Oturma odamdayım. Pencereye yürüyorum. Sıvı kristal plazmatik camların ardından, önümde devasa piramitlerle uzanan ve yükselen kente bakıyorum.

Kent?

Bütünüyle duyarlı elektronik yapay binalar. Dev kristal piramitler. Sokaklar ve caddeler de öyle. Çölün ortasında. Dünya bütünüyle devasa bir çöl artık… Bunu size daha önce de söyledim mi? Güneş’e daha duyarlıyız. Gezegenimizi zararlı ışınlardan koruyan ozon tabakası bütünüyle yok oldu. Yapay bir kalkanla ultraviyole ışınlarından korunuyor kent. Kalkan dışında kalan bölgelerde yaşam yok. Bütünüyle cehennem geri kalan… Belki de bizler de yokuz, belki de sanal bir kentin sanal halkıyız. Sıradan bir bilgisayar oyunuyuz.

Temizlik yapan araçbotlar kenti temizliyor, radyasyon sızıntılarını etkisiz kılıyor. Sızıntılar tam bir baş belası. En ufak bir radyasyon yanığı ölümcül bir yaraya dönüşüyor, küçük bir sıyrık bile. Bu nedenle, kalkanların sıklıkla yenilenmesi gerekiyor. Alaşımını bilmediğim gökyüzü dekorlu kalkan, güneşin yakıcı ışıkları altında uzun süreli dayanamıyor, radyasyona yenik düşüp eriyor, kimi zaman yenileninceye kadar radyasyon kalkan altına sızabiliyor.

Egemenler Birliği, Yüksek Kent Konseyi’nde kalkanların üzerine ikinci bir kalkan projesi üzerinde çalışıyor. Maden ocaklarında buna yönelik çalışmalar sürüyor. Bizatyum elementi çıkarılıyor. İşleniyor. Işımaya dirençli bir hammadde bu. Başka elementlerle alaşım yapılarak; sıvı, plazmatik yapıya dönüştürülerek kullanılıyor. Gökyüzümüzü, ‘gökyüzüne benzeyen gökyüzü’ gibi görünür kılan bu.

Egemenler Birliği kent yönetiminden sorumlu Ulu’lardan oluşuyor. Kentin en güçlü adamları bunlar. Kenti onlar var ettiler, onlar yaşanılabilir kılıyorlar. Yüksek Kent Konseyi, Egemenler Birliğinin üyeleri arasından seçiliyor. Egemenler Birliği;  orduları, içeride asayişi sağlamak için polis teşkilatı ve kentin varoluşu için gerekli diğer güçleri ile dünyamızı kontrol ediyor, yönetiyor.

Doğurganlığımız, çoğalmamız onların denetiminde. Yüksek Kent Konseyi Sağlık Bakanlığı yöneticileri, bütün kadınların doğurganlığını önlüyor, bütün kadınlar rahimlerinde hamileliği önleyici yongalar taşıyor. Nüfus artışı denetim altında. Yapay dünyamıza eklenecek yeni bir canlı, sistemin bütünüyle çökmesine neden olabilir.

Anarşi olmamalı.

Anarşi?

Sanki bu sözcüğe çok yakınım. Bana hiç de yabancı olmayan bir sözcük gibi bu.

Elbette anımsayacağım. Belki de kendi istemimle kimi bilgileri anımsamamayı yeğliyorumdur. Bunu gözden uzak tutmamak gerek.

Bu yasak kendilerine anarşistler denilenlerce kırılıyor, kadınların rahimlerindeki yongalar çıkartılarak, hamileliği olası kılıyorlar. Bu onların ölümlerine neden oluyor. Çoğu kanlarına karışan kimyasallara bağlı olarak yaşamlarını yitiriyorlar. Konsey, bunun önlenebilmesi için erkeklerin de kısırlaştırılması programını başlattı. Vatandaşlık numarası ile sırası gelenler, Halk Sağlığını Koruma Kurumları Sağaltım Merkezleri koridorlarında uzun kuyruklar oluşturuyorlar.

Televizyon Üst Kurulu, Egemenler Birliği’nin yayın organı. Haberleri izlemek zorunludur, halktaşlık görevidir. Aksine davranmak muhalefet suçu.

Sıkça söylenilen bir slogan anımsıyorum: “İnsanların özgür olduğu, dünyaya sağlıklı çocukların geldiği başka bir dünya var.”

Böyle bir dünya var mı bilmiyorum. Bizim bildiğimiz dünya, plazma camlarının ardından gördüğümüz bu devasa cam piramitler. Bu piramitlerden birinde yüz on ikinci katta oturuyorum. Oturduğumuz piramitlerin katları binlerce sanal odalardan oluşuyor ve bu katlara Yüksek Kent Konseyinin belirlediği hiyerarşiye göre insanlar yerleştiriliyor. En pis işleri yapan ayaktakımı en alt katlarda oturuyor. Katlar daire sayıları azalarak yükseliyor, tersine piramitler bunlar ve en üstteki geniş katlar kentin ileri gelenlerine tahsisli.

Biraz sonra yataklara bağlı siber kablolar, Devlet Denetleme Dairesi laboratuvarlarından iletilecek sinyallerle, uyuyanları uyandıracak ve kent yeniden gündelik akışına başlayacak.

Oysa içimdeki bir dürtü bugünün, diğer günler gibi olmayacağını fısıldıyor. İçimde gittikçe yükselen uyarılarla uyarılıyorum.

Televizyonum kendiliğinden açılıyor ve sabah haberleri başlıyor. Sarışın spiker karşısında akıp giden görsel materyalden Yüksek Kent Konseyi’nin bildirilerini okuyor. Anarşi gurubunun eylemlerinin önlenebilmesi için “bugün sokağa çıkma yasağı ilan edildiğini, duyarlı halktaşlarımızın, ikinci bir emirle sıkıyönetim kaldırılıncaya kadar dairelerinde oturmaları”nı anımsatıyor. Spiker, “Devletine yardımcı ol. Anarşiye katılma. Televizyonumuz sizler için eğlence programları hazırladı ve spor karşılaşmalarından özel bir seçkiyi banttan bütün gün yayımlayacaktır” anonsunu yapıyor.

Gözlerimi televizyonun parlak ve renkli ekranından kaçırarak yeniden sokağa çevirdiğimde sokakta hareketlenme başlıyor. Polis ve askeri konvoylar, zırhlı araçlarla sokağı işgal ediyorlar ve devletine yardımcı, televizyon programlarından da memnun olmayan halktaşlarına ateş pozisyonu alıyor. Yeni bir insan avı başlamak üzere… Yapay gökyüzü ağır silahlar taşıyan robokopterlerle kirleniyor.

Televizyon’un parazitlendiğini duyumsuyorum ve zorlukla işitilen sese yöneliyorum. “Başka bir dünya sizin ellerinizde… Onu kimse size sunmayacak, onu sizler kendi gücünüzle alacaksınız. Unutma halktaş hak verilmez alınır.”

Aşağıdan silah sesleri geliyor ve koşuşturmaca başlıyor. Polikoplar ve Güvenlik Konseyi zırhlı askerleri ateş açıyorlar, sokağa çıkan sivil halkın üzerine gaz bombaları atılıyor. Bu bombalar ciltten emilerek sinir sistemini felç ediyor. Kalabalıkta yan dairemde oturan kadını görüyorum ve kendimin de inanmayacağı bir kararlılıkla kapıya koşuyorum.

“Dışarı çıkmanız yasaklanmıştır. Kapının yasağa rağmen açılması rapor edilecektir.” Kapıyı yumrukluyorum, ellerim açılıyor, bağırıyorum. “Aç şunu lanet olası!”

Kapı açılıyor ve asansöre koşuyorum. Asansör merkezi sistemden kilitlenmiş çalışmıyor, merdivenlere yöneliyorum. Sokağa çıktığımda gazın kokusu soluğumu kesiyor. Kaçanlardan biri bütün gücüyle bana çarpıyor, yüzüğü kullanmamı istiyor. Anlamıyorum, “Ne?” diye bağırıyorum. Uzaklaşırken, dönüp yüzük parmağını işaret ediyor. Parmağımdaki kristal yüzüğe bakıyorum. Komşumu görüyorum. Sanki aramızda komşuluk ilişkisinden de başka bir ilişki var gibi. Onu orada bırakamam. Ona koşuyorum ve sırtıma elektrikli coplarla vurulduğunu duyumsuyorum. Sol kolum kasılıyor ve öylece kalıyor. Bayılmamak için dişlerimi sıkıp direniyorum. Kızı yakalayıp kendime çekiyorum. Yaralı bir güvercin gibi kollarımın içine sığınıyor. Sırtıma birkaç darbe daha alıyorum ama kapıdan içeri girmeyi başarıyorum.

“Dairene geri dön.”

Direnmeden peşimden geliyor. Piramidin bodruma açılan sayısız merdiven girişlerine yöneliyoruz.

Nefessiz kaldığımda duruyorum ve yüzüğe tekrar bakıyorum. Yüzük bende hiçbir duygu çağrıştırmıyor. Sıralanmış altı renkli taştan oluşan değersiz bir yüzük bu.  İkinci sıranın ortasındaki kızıl taşa kendiliğinden gidiyor parmaklarım. Taşı yerinden oynatıp yukarı kaldırıyorum ve sola çeviriyorum. Yüzükteki taşlar kendiliğinden hareketleniyor ve yer değiştirerek yeniden başka bir biçimde yerlerine oturuyorlar.

İşte o an yanıtını aradığım soruların doğru yanıtlarını buluyorum.

Ben de anarşi grubundanım. Yüzük bu yönümü gizlememe yarayan bir koruyucu kalkan… Gökyüzüne benzeyen gökyüzü olmayan gökyüzü kalkanının, bizi gözetlemek için kullandığı bütün izleme aygıtlarının sinyallerini paralize ediyor ve olumsuz etkilerinden kurtarıyor. Taşlar yeniden eski haline getirildiğinde de o aşamaya kadar olanların belleğimizde kalan imlerini temizliyor ve Devlet Denetleme Kurulu’na yakalanmamamızı sağlıyor.

Bugün, sisteme başkaldıracak ilk ayaklanma kıvılcımlarını çakacağımız ve özgürlüğümüzü ilan edeceğimiz özel bir gün. Özgürlüğün ve insanca yaşamın olduğu başka bir dünya var ve bu bizim eserimiz olacak. Köleliğimizin ve insanca duygularımız ve eylemlerimizin kendi özgür irademizle belirlendiği sahici bir dünya bu.

Bu dünyayı gerçekleştirmeyi başarabilecek miyiz?

Hiç önemli değil.

Başaramasak da, bunun için ölmeye değer!

Bunu bilecek kadar insanız ve insan olduğumuz için bunu gerçekleştirecek kadar yürekliyiz.

Adımız kalacak geleceğe, birileri başaramadığımızı gerçekleştirsin diye!

Yorumlar